Deliksiz bir uykudan sonra sabah
8 olmadan uyanıyorum. Kahvaltının ardından kısa bir sahil turu yapıyorum
yürüyerek. Akşamki kalabalık yerini huzur dolu bir sakinliğe bırakmış.
Limanda yüzlerce tekne uykuda sanki.
4000 yıllık Sinop Kalesi'nin duvarları
ve onu saran çay bahçeleri:
"Karadeniz'de üç doğal liman vardır"
derler; "Temmuz, Ağustos ve Sinop"... Şehrin kurulduğu ince uzun yarımadanın
güney sahili, sert kuzey rüzgarlarından koruyor kendisine sığınanları.
Sinop'ta Sinop Kalesi ile birlikte
gezilmesi gereken bir diğer yapı da eski Sinop Cezaevi ama benim asıl hedefim
Artvin ve çevresi olduğundan burada da fazla oyalanmıyorum.
Sinop ile birlikte Batı Karadeniz'i
bir günde geçmiş oluyorum. Bunu sadece bir keşif geçişi olarak kabul edelim.
Zonguldak ve çevresi (Mağaralar, Filyos vs.) bir gün, Safranbolu ve çevresi
bir gün daha, Kastamonu iç (Merkez, Daday, Azdavay vs) ve sahil kesimi
(Amasra - Cide - İnebolu hattı) ayrı ayrı birer gün, Sinop'a da (Merkez,
Erfelek Şelaleleri vs) bir gün koyarsak neredeyse bir haftalık bir gezi
planı çıkabilir.
Sinop'tan son görüntü Gerze
ilçesinden:
Sinop - Samsun sınırı arası yol çok
güzel. Düzgün asfalt, tatlı virajlarla, deniz ve orman arasında bir alçalıp
bir yükseliyor. Samsun'a girince arazi düzleşiyor. Kızılırmak ve
Yeşilırmak'ın suladığı geniş Bafra ve Çarşamba ovaları Samsun şehrinin
iki tarafında uzanıyorlar.
Alaçam yakınlarında kenara
çekip kısa bir mola veriyorum bisküvi ve su eşliğinde.
Bafra girişinde Kızılırmak
ve artık araç geçişine kapatılan eski köprü.
Burada da içeri girip gezmeye vaktim
yok tabi. Açıkçası Artvin'e kadarki yolum hep koşarak geçecek gibi. Durup
dolaşmaya pek vakit yok.
Çarşamba çıkışında Yeşilırmak.
Gezinin son akşamında biraz daha
yakın olacağız kendisiyle...
Terme'den geçtikten sonra
Ordu
sınırına yakın benzin molası veriyorum. Çıkmaya yakın bir Pegaso yaklaşıyor
ve selam veriyor. Kaskını çıkarınca bir de bakıyorum ki hatunmuş. Rize'ye
ailesinin yanına tatile gidiyormuş. Vay be bayan motorcular tek başlarına
da uzun yola çıkmaya başlamışlar artık, üstelik çadır konaklaması yapıyormuş
akşamları.
Neyse yola devam. Samsun'dan itibaren
şu meşhur Karadeniz Sahil Yolu'ndayım artık. İyi mi olmuş kötü mü
karar veremedim. Hızlı ve rahat yol almak hedefim uzak olduğu için güzel
ama sahiliyle arasına girdiği kasabaları kentleri düşününce bozmuş biraz
görüntüyü.
Ünye ve Fatsa'dan sonra
Ordu'ya sahili dolaşmadan dağları delerek giden yeni bir yol yapılmış Karadeniz
Otoyolu kapsamında. Dağları delmek deyince bir de uzun tünel var tabi 3820
metrelik. Tünel çıkışıyla birlikte hava kapanıyor. Bulutlar güneşe bugünlük
bu kadar diyorlar. Az ileride Ordu tabelası.
Tabelası var, kendi yok. Ordu'nun
içine girebilmek için önce sahil yoluyla tekrar buluşmayı beklemek ve bir
kaç kilometre daha gitmek gerekiyor.
Ordu sahilinden Karadeniz'e bakış:
Hiç bir yerde fazla oyalanmazken
Ordu'ya özel bir kıyak geçiyorum. Boztepe'yi keşfetmeliyim. Şehir
içine girip sora sora buluyorum yolu, dön dolaş 10-15 kilometre sonra,
Boztepe'deki manzarayla karşılaşınca ister istemez bir "vav" sesi çıkıyor.
Tüm bir Ordu gözlerimin önünde şimdi.
Ordu'ya kıyak geçtik ama çok da oyalanmayalım.
Yola devam. Gülyalı, Piraziz, Bulancak gibi sahil
ilçelerini geçerek Giresun'a varıyorum.
Sahil ilçelerini geçmek derken, yukarıda
bahsettiğim sahil yolu yüzünden Karadeniz sahilindeki kasabaların içinden
değil kenarından geçiyorsunuz artık. Yani kasabalarla deniz arasından.
İlla kasabadan geçmek istiyorsanız sapaklardan çıkmanız gerek.
Bu da Giresun sahilleri
Giresun'dan sonra Giresun'un sahil
ilçelerine devam: Keşap, Espiye, Tirebolu, Görele,
Eynesil.
Tirebolu Kalesi:
Antik Yunan'dan kalma yaklaşık 2500
senelik bir kale.
Görele sonrası yolun bu kez içinden
geçtiği bir sahil köyünde öğle-akşam arası ve ikisinin yerine de geçecek
öğünü Akçaabat Köfte ile geçiştiriyorum. Karadeniz'i gezip de balık
yemeyen kaç kişi vardır acaba benden başka...
Eynesil'in ardından Trabzon'un ilçeleri
başlıyor Beşikdüzü, Vakfıkebir, Çarşıbaşı, Akçaabat;
ama bunlarına arasında pek boşluk yok, il merkezine kadar tüm sahil binalarla
kapanmış durumda artık.
Ve sonunda Trabzon:
Tabeleyı fotoğraflamak için motoru
park ettiğim yer yolun ortası. Her şeyiyle apayrı bir mizah kaynağı olan
Trabzon'a uygun bir fotoğraf oldu gerçekten. Aslında yol ortası değil tabi,
yolda çalışma olduğu için sadece en sağ şeritten akıyor trafik. O tek şeritte
otomobilin biri durup selam veriyor. İstanbul'dan mı geldin filan derken
muhabbet uzuyor, otomobilin arkasındaki kuyruk da tabi. Hiç acele etmeye
niyeti yok arkadaşın, neyse sonunda yolda olduğu aklına geliyor da iyi
yolculuklar dileyip gidiyor. Arkadakilerde de ne bir korna ne bir bağırış...
Trabzon'daki Ayasofya Kilisesi:
Mizah yüklü anlar şehir içinde de
sürüyor. Kırmızı ışıkta bekliyoruz, sağdaki minibüsçü laf atıyor "güzel
motor" diye, "değişelim mi" diye ekliyor. "Olur" diyorum espriye yanıt
vermiş olmak için, bir de bakıyorum ki arkadaş sağ sinyalini yakmış "hadi"
diyor. "E yolcular ne olacak?". "Sen kullanacaksın ya minibüsü"...
Anlaşılan espri yaptın mı da dibine kadar gitmek gerek buralarda.
Giresun tabalesını fotoğraflamak
için durduğumda arkadan su alıp içmek isteyince farketmiştim topcase anahtarının
yokluğunu. Trabzon'a biraz erkence varınca bir anahtarcı bulup açtırayım,
mümkünse bir de anahtar yaptırayım diyorum. Bir yer tarif ediyorlar. Trabzon
Motosiklet Derneği'nden bir arkadaş da orada, motoruna anahtar yaptırıyor.
Eski model Suzuki gsxr-750. Yaylaları bununla dolaşıyormuş. Biz de enduro
lastiklerinden dem vuruyoruz, adam silik lastikle geziyor ya oralarda.
Bir de minibüs var anahtar sırasında,
bekliyorum ben de. Beklerken de yandaki kıraathaneden yükselen karşılıklı
esprilere gülmemeye çalışıyorum bu arada. Bu kadar mı komik olabilir bir
halk. Trabzon'dan aklımda kalan bunlar olacak bu geziden. Her yerde her
zaman bir espri sağanağı.
Neyse sıra bana geldi ama yarım saatlik
uğraşıdan bir şey çıkmadı, açılmadı topcase. Anahtarcı, bazı aletlerinin
arabada kaldığını bahane edip yarın sabah gelmemi istiyor ama benim pek
niyetim yok. Boşuna geçen 1 saat, kendi başımın çaresine bakacağım artık.
Hava kararıyor artık ve hafif bir
yağmur da başlıyor. Ne durumda olduğunu bile göremediğim bir yolda diğer
araçları takip ederek çıkıyorum tepelere. 20-25 dakikalık yolculuğun sonunda
Maçka'dayım.
Tam girişte Sümela Hotel var. Daha ucuz bir oteli aramaya bile üşeniyorum,
kıyak geçiyorum bugün kendime.
Otel odasının camından, Maçka'da
gece:
Motoru otelin önündeki kaldırıma
hafif saçak altına parkediyorum. Açılmayan topcase'in derdi de basit bir
levye hareketi ile çözülüyor. Tabi kendisi kilitli kaldığı için kapağı
bundan sonra hiç kapanamayacak ama lastik örümcekle idare edeceğiz artık.
Duş ve kısa bir dinlenmenin ardından
kendimi Maçka'nın sokaklarına, akşamın huzuruna ve çiseleyen yağmura bırakıyorum.
Bu arada otelin restoran katından tarzı Volkan Konak'ınkine benzeyen yerel
sanatçının sesi yükseliyor: "Sen yağmur ol ben bulut, Maçka'da buluşalım"...
İkinci günün rotası:
Sinop - Gerze - Alaçam - Bafra -
Samsun - Çarşamba - Ordu - Giresun - Tirebolu - Görele - Trabzon - Maçka
557 km
İkinci günün
fotoğraf albümü
Bugün geçtiğim iller hakkında bilgi
için:
http://www.samsun.gov.tr/
http://www.ordu.gov.tr/
http://www.giresun.gov.tr/
http://www.trabzon.gov.tr/
Yarın, biraz yağmur, biraz güneş,
biraz da sis...