|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Yusufeli Barcelona Otel'den görüntüler.
Kahvaltının ardından motosiklet tekrar yolda. Belki de bir daha göremeyeceğim Yusufeli'ni. Bir kaç sene içinde, ona hayat veren Çoruh ve kolu Barhal tarafından tümüyle örtülecek çünkü. Kasabadan fotoğraflarda kalacak görüntüler almakta fayda var.
Bu sevimli kasabaya veda edip tekrar Artvin yönüne dönüyorum. Dünden beri dördüncü kez geçiyorum Erzurum kavşağından. Çoruh kenarında baraj inşaatını bile beklemeden terkedilmiş köyler. Çoruh boyunca daracık vadide uzanan yolda bir çeşme başı. Aslında çeşme değil pınar demek daha doğru olacak. Taşların arasından gelen suyu bir demir boru takviyesiyle çeşmeye dönüştürmüşler. Bu soğuk sulu çeşmenin esas ilginçliği ise yazısında: Çoruh ve kollarının civarında yaşayanlar nehir aşmak için iki farklı yöntem kullanıyorlar. Biri klasik asma köprüler: Diğeri ise benzerlerini Rize'de ve Artvin'in dağlık yerlerinde gördüğüm basit küçük teleferik sistemleri. Bunun fotoğrafını cep telefonumla çektiğimi sanmıştım ama diğer 30 kadar poz gibi o da kayıp. Kaybolanlar genelde ilçe girişlerinde motosiklet üstünden inmeden çekilen kasaba genel görüntüleri ya da yol kenarlarında gözüme çarpan ilgi çekici şeyler. Neyse artık, elektroniğe fazla güvenmemek lazım. Yine dar ama düzgün bir yolla Şavşat girişine varıyorum. Girişten biraz önce Şavşat (Soğanlı) Kalesi. Şavşat Karagöl'e gitmek için kalenin fotoğrafını çektiğim yerdeki dar yola girmek gerektiğini öğrenip geri dönüyorum. Yol çok iyi değil, genellikle toprak, yer yer bozulmuş stabilizenin izleri var. Ama manzara muhteşem. İki gün önce Borçka tarafında Karçal Dağları'nın kuzey ve batı yamaçlarını görmüştüm, bu kez ters taraftayım. Klasik olarak köy içlerinden geçerken daha da bozuluyor yol ve orman ürünü taşıyan kamyonların açtığı derin lastik izlerinden gitmek gerekiyor. Yine de Borçka Karagöl yoluna göre daha hızlı ilerlenebiliyor. Şavşat da diğer Artvin ilçeleri ve komşu Ardahan-Kars gibi benzer bir tarihi yaşamış. İskitler, Gürcüler, Araplar, Ermeniler, Selçuklular, Osmanlılar, bir dönem Rus işgali ve Türkiye. Hala daha bir kültür mozaiği var bu yörede. Kasaba isimleri de eski Kafkas kökenlerini yansıtıyor bu civarda, özellikle de "Ar" ile başlayanlara dikkat; Araklı, Ardeşen, Arhavi, Artvin, Ardanuç, Ardahan... Çam kokuları içinde geçen yarım saatlik yolculuğun ardından Karagöl'e ulaşıyorum. Borçka'nın Karagöl'üne göre daha küçük bir göl ama güzellik olarak ondan aşağı kalmıyor.
Burada da bir küçük pansiyon var. Önceden rezervasyon yaptırarak huzur dolu ortamda konaklayıp, ruhu dinlendirmek mümkün. Maalesef yine fazla kalamayacağım, bugün de uzun bir etap var önümde. Karagöl'ün bulunduğu yer Milli Park. Buradan Gürcistan sınırlarına kadar ulaşıyor Park sınırları. Daha kuzeydoğuda da Ardahan tarafına Yalnızçam Dağları'na doğru uzanan Sahara Milli Parkı var. Kısacası bu civar korumaya alınmış durumda. Dönüş yolunda daha sık aralıklarla durup sanki İsviçre fotoğraflarından dökülen Alpler benzeri manzarayı seyrediyorum. Hem seyredip hem gitmek tehlikeli olabiliyor çünkü.
Şavşat'a varıp yönümü Ardahan'a çeviriyorum. Arada bir kaç Şavşat resmi de vardı ama o kaybolan pozlar arasındalar maalesef. Tek kalan, ilçe merkezini geçip Ardahan yoluna çıktığım noktadan çektiğim. Muhteşem dağ manzaraları devam ediyor.
Ağaçların azalmaya başladığı nokta, aynı zamanda Artvin'in de bitmekte olduğunun habercisi. Yalnızçam'ın yükseklerine yaklaştım. Kıvrıla kıvrıla beni buraya çıkaran yol tamirde ve tümüyle mıcır. Mıcır üstünde kıvırmak epey yoruyor insanı. Yağmur da hafiften çiselemeye başladı, diğer tarafta hava kapalı. Kıvrımların bittiği yerde, ağaçlarla birlikte Artvin de bitiyor. Başlayanlar ise tertemiz düzgün bir asfalt, yağmur ve Ardahan... Çamlıbel Geçidi, rakım 2640: Normal şartlarda bu noktadan 25 kilometre ötedeki Ardahan görünürmüş. Aslında yine çıplak gözle hayal meyal seçilebiliyor yağmur bulutlarının tam altında ama fotoğraf makinasında bu seviyede bir görme kabiliyeti yok. Ardahan üstünde şiddetli bir yağmur olduğu belli, rüzgarla birlikte geliyor ve yazlık montla İspir'dekine benzer şekilde tekrar yakalanmak niyetinde değilim yağmura. Neyseki asfalt çok düzgün ve hızlı bir tempoyla Ardahan girişinden hemen önceki benzin istasyonuna ulaşıyorum yağmur bulutundan önce. Yağmur sıkı bir şekilde yağıp geçerken ben de yağmurlukları giyip çantalara da naylonlarını geçiriyorum. İki ay içinde iki kez geldim Ardahan'a ve ikisinde de yağmurla karşılaştım. Benzin istasyonunda muhabbete daldığımız görevli aslında bu aylarda yağmur yağmazdı diyor, bense güneşli bir Ardahan'ı hayal bile edemiyorum. Posof'a gitmeyi düşündüğümü söyleyince "hava kötü, Ilgar'a kar bile düşer böyle havada, vazgeç istersen" diyor. Ağustos ayında kar!.. Bu kez kuzey girişinden Ardahan. Bu yönden gelen yolcuyu ilk karşılayanlar Ardahan Kalesi ve yanından akıp giden Kura Nehri.
Eski Ardahan nehrin kuzeyinde kale tarafında kuruluymuş. Eski mahalleler hala aynı yerde ama kasaba sonradan karşı tarafa geçmiş ve büyümüş. Bu kez hiç durmadan geçerek yine Çamlıçatak tarafına çıkıyorum. Geçen gezide buradaki ayrımdan sola girememiştik, bu kez öncelikli hedefim Posof. Türkgözü sınır kapısı nedeniyle yol muhteşem. Az önce buradan geçmiş olan yağmur nedeniyle ıslak olsa da yol tutuşu çok iyi. Ardahan'ın yerleşim isimleri de Artvin'inkiler gibi pek alışıldık gelmiyor; Hanak, Damal vs.. Son üç gün yoğun ormanlar ya da derin vadilerde yol yaptıktan sonra Ardahan'ın geniş düzlükleri farklı duygular yaşatıyor insana. Açıkça söylemek gerekirse üç günlük boğulmuşluğun üstüne tekrar nefes aldığımı hissediyorum, cinsmiyim neyim? Burada da kayıp fotoğraflar durumundayım. Civarda üç beş poz çektiğimi düşünmüştüm ama çekememişim. Damal'ı da geçtikten bir süre sonra karşımda Ilgar Dağı. Yol doğrudan dağın üstüne gidiyor gibi. Ilgar'a Gelin Dağı da diyor buradaki köylüler. Bu adın nereden geldiğini de bir soluklanıp kısa bir Ilgar hikayesi ile anlatmak gerek. Hikayeyi yönetmen Reis Çelik'in "İnat Hikayeleri" filminde öğrenmiştim. "İnat Hikayeleri", başrol oyuncusu Tuncel Kurtiz dışında diğer rollerini tümüyle Çıldır ve civar köylerde yaşayanların oynadığı bir film; konusu da Çıldır Gölü odaklı. Orada filmin başında Tuncel Kurtiz'in sesinden dinliyoruz hikayeyi: Bu civardaki yüce dağların eteklerinde insanlar o kadar gaddarlaşıp ordular halinde birbirlerini kırınca dağların uykusu kaçmış ve dağların sevdalısı bulutlar da onları terk edip gitmiş, dağlar da kahrolmuş. Bir gün bu dağların en yücesi, yakınında uçan beyaz bir kuşu yakalamış, sormuş, ne ararsın burada diye. Kuş da demiş ki "bir yuva kurmaya geldim". "Git ovalara, orada kur yuvanı" demiş dağ. Kuş demiş ki "yok, ovalar senin ateşinle kaynıyor, duramam oralarda". "E o zaman" demiş dağ, "git ummanlara". "Ummanlar da senin ateşinle kaynamakta" demiş kuş. "Yerin altına in" demiş dağ; "ben yerin altında senin gürültünle nasıl yaşarım" demiş kuş. Sonunda dağ demiş ki "nereye yuva yapmak istersin kuş?". Kuş demiş ki "Senin tepene yapmak isterim yuvamı". Bunu duyunca "ama benim içimde ateşler kaynıyor, sevdalım beni terketti, üzüntümden duramıyorum" demiş dağ. "Sevdalın kim?" diye sormuş kuş. "Sevdalım bulutlardı beni terketti gitti" demiş dağ. Kuş demiş ki "ya ben senin sevdalını bulup getirirsem?". Gitmiş beyaz bir gelinlik dikmiş, gelip dağın tepesine atmış. Derler ki işte o günden beri bembeyaz bir gelinlik giyer bu dağlar. E ne demiş aşık; "Sekiz ay kışımız, üç ay ayazımız, bir ay yazımız". Ben de dağların ve aşıkların yalancısıyım. Bu filmi de izledikten sonra Ardahan / Kars civarına, buranın insanına daha da bir vuruldum. Hikayeye daldık yolu unuttuk. Ilgar'a doğru çıkıyorduk en son, rakım 2000 üstü. Bu arada vites değiştirirken motor duruyor. Tekrar çalıştırıyorum, ileride tekrar aynı şey. Yüksekten mi deiyeceğim ama bu irtifalardan daha önce de geçtim. Sanıyorum bu kez hem yüksek rakım, hem de alçak basınca denk gelince motor zorlanmaya başladı. Bundan sonraki vites değiştirmelerim gazı kesmeden bağırttıra bağırttıra olacak bir süre. Yol dağın solundan dolanıyor. Buradan arkada inişe başlayacağız herhalde ama önce Ilgar Geçidi olmalı. Tabelayı dönüşte çekerim derken dağın arkasındaki sürprizle karşılaşıyorum, evet yine sis... Bir an "Devam etsem mi? 10 kilometreden az kaldı Posof'a" diye düşünsem de sisin yayılması riskini almıyor ve dibine kadar geldiğim Posof'u başka zamana bırakıyorum. Dönüşte Ilgar Geçidi... Gelirken gördüğüm Atatürk Silueti tabelasının önünde duruyorum. Burası Damal'a bağlı Yukarıgündeş köyü. Köyün karşısındaki yamaca her yıl Haziran-Temmuz aylarında güneşin batmasına yakın tepelerin gölgesi Atatürk'ün siluetine benzer bir şekilde vuruyormuş. Gölge ilk kez 50'li yıllarda bir çoban tarafından farkedilmiş. Haziran'ın son haftasında "Atatürk'ün izinde gölgesinde" sloganıyla Damal Şenlikleri düzenleniyormuş. Tabi hem mevsimi kaçırmışız hem de güneş yok ki gölgesi olsun. Burada damal.gov.tr'den aldığım resmi koyayım bari.
Dönüşte Damal'ın içine giriyorum adını duyduğum Damal Bebekleri'nden bir tane almak için. Damal yöresi eski Orta Asya Türkmenleri'nin Anadolu'da ilk yerleştikleri yerlerden. Orta Asya motiflerini taşıyan giysileri plastik bebeklere giydirerek üretilen Damal Bebeği, 1996'da Japonya'daki bir Yöresel El Emeği yarışmasında birinci olduktan sonra ünlenmiş. Şöyle bir şey oluyor Damal Bebeği:
Damal ve çevresi ile ilgili bir çok bilgiye http://www.damal.gov.tr/ adresinden ulaşabilirsiniz. Halk Ozanlığıyla, yöresel giysileriyle hala Orta Asya kökenlerinden izler taşıyor yöre. Belki de bu yüzden bu kadar hoşuma gitti burası. Damal'ı da, gerçekten çok sevdiğim ve çevresiyle birden fazla ziyareti hak eden ilçelerin arasına, Eğirdir, Hacıbektaş, Divriği, Maçka ve Ardanuç'un yanına ekliyorum. Posof derken Damal'a vurulduk ya neyse, tekrar geleceğim inşallah Türkiye'nin en kuzeydoğu ucundaki bu bölgeyi daha fazla dolaşmak için. Vakit geçiyor ve yola koyulmak lazım tekrar. Hanak'ta benzin alırken istasyonda çalışan gençle sohbet ediyoruz. Bu civardan yetişen bir çok genç gibi o da okuma azmini içinde taşıyor. Gözlerindeki ışığı görebiliyorsunuz. Artvin ve Ardahan civarını bitkisinden, kalesinden, tarihi eserinden çok bu güzel insanlarıyla hatırlayacağım. :) :) :) Ve tekrar Çıldır yolu. 2 ay öncenin rotasına geri döndüm bu noktada. O zaman yanından geçmiştik şimdi durup fotoğraflıyorum Ardahan'ın yegane ağaçlık arazileri, Çamlıçatak Ormanları'nı. Sonrasında Bahar ile geçtiğimiz yolda bu kez tek başıma ilerliyorum. Yakın uzak bazı köyleri fotoğraflayarak.
Bu sonuncusunu iki ay önce de fotoğraflamışım: O zamanki yeşillikler bu kez biraz sarıya dönmüş gibi. Ama hakim renk hala yeşil. Ardahan düzlükleri doğal bir çimle örtülü sanki. Şavşat civarını Alpler'e benzetmiştim ya buraları da İskoçya'ya benziyor. Kulağa çok hoş gelen "Highland" kelimesi Ardahan'a cuk oturuyor. Ve benim "Şeytan" tekrar Şeytan Kalesi önünde. Yine yağmur ve çamur olunca, uzaktan bakmak zorunda kalıyoruz bir kez daha kaleye. Kaleye giden yolun durumu pek bir ağır çünkü ve bir kaç kişi olmadan gidilmez.
Çıldır tabelasında durup fotoğraf çekiyorum yine. Bu kez hem telefonu hem de fotoğraf makinesini kullanınca, telefonda çektiklerim heba olsa da diğerleri sağlam kalmış. Çıldır kasabası: Çıldır'da çocuklar: Durduğumu görünce hemen koşup etrafımı sardılar. Okuma aşkı bunlarda da seziliyor, umarım imkanları olur da istedikleri eğitimi alırlar. Son derece kibar ve saygılılar. Civarda önemli bir geçim kaynağı olan kaz sürülerine bakmak da yaşlısı genciyle kadınlara düşüyor. Çıldır Gölü'ne tekrar merhaba. Martılarıyla, balıklarıyla bölgenin iç denizi... Bu kez Akçakale adasına geçeyim diyorum ama çamur vazgeçiriyor yine. Ben de naylon motorcu oldum iyice, iki santim çamurdan korkar olduk... Göle tekrar veda edip Kars yoluna devam ediyorum. Bir kez daha Arpaçay ve kırlarında atlar.
Arpaçay sonrası bir köy girişinde civar için klasik bir görüntü, yolu kaplayarak gelen hayvan sürüsü. Arabalar sürüyü yavaş yavaş yararak yollarına devam ediyorlar ama ben yol kenarında durup sürünün geçişini seyretmeyi tercih ediyorum. Sürünün çoban köpeklerinden biri geçerken bir hatıra bırakıyor bana, motosikleti şöyle bir kokladıktan sonra ön tekerime işeyerek... Etabın sonu yine Kars. Bu kadar doğuda olunca hava erken kararıyor. Alacakaranlıkta bir kaç fotoğraf. Evliya Camii: Geçen sefer daha iyi görüp fotoğrafladığımız, şu anda tadilatta olan Kümbet Camii (12 Havari Kilisesi): Sonradan öğrendiğime göre tadilat sırasında iskeleyi yanlış kurup bin yıllık eseri yerle bir ediyorlarmış neredeyse. Bu kez ışıklarıyla Kars Kalesi: Kars Kalesi'ni bir gören bir daha gelirmiş Kars'a. Benim başıma gelen de bu olsa gerek. Bu fotoğrafları çekerken kale yakınlarında bi yerden düğün sesleri geliyor. Akordiyon eşliğinde Kafkas müziği. Alacakaranlıkta önümde Kars silueti, fonda nefis bir müzik, harika... Si-Mer otele varıp kısa bir dinlenme
ve akşam yemeğinin ardından serin Kars akşamında camı da açıp hala devam
eden Kafkas müzikleri eşliğinde tertemiz havayı içime çekerek oturuyorum
biraz. Bahar'ın kazası kötü bir anı olarak kalsa da her şeyde bir hayır
vardır deyişine inanıyorum, tekrar Kars'tayım ve bu şehri gerçekten çok
sevdim...
Altıncı günün rotası: Yusufeli - Şavşat - Karagöl - Şavşat
- Ardahan - Hanak - Damal - Ilgardağı - Damal - Hanak - Çıldır - Akçakale
- Arpaçay - Susuz - Kars
Bugün geçtiğim iller hakkında bilgi için: Yarın, veda etmek zor ama eve dönmek gerek... |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|